22 Ekim 2011 Cumartesi

Working Class Hero



John lennon'un taa 1970'te cikardigi ilk solo albumunden, eskimeyen efsanevi bir sarki.Green day,noir desir,marilyn manson,screaming trees, roger taylor, blind melon ve daha birçok sanatçı coverlamış.Ama Marianne Faithfull versiyonununu ayrı bir severim.





Working Class Hero

as soon as you're born they make you feel small
by giving you no time instead of it all
till the pain is so big you feel nothing at all
a working class hero is something to be

they hurt you at home and they hit you at school
they hate you if you're clever and they despise a fool
till you're so fucking crazy you can't follow their rules

when they've tortured and scared you for twenty odd years
then they expect you to pick a career
when you can't really function you're so full of fear

keep you doped with religion and sex and tv
and you think you're so clever and classless and free
but you're still fucking peasants as far as i can see

there's room at the top they are telling you still
but first you must learn how to smile as you kill
if you want to be like the folks on the hill

if you want to be a hero well just follow me



"daha doğduğun anda ezik olduğunu hissettirirler
tamamını vereceklerine hiç vakit vermezler
acı dayanılmaz hale gelene kadar hiçbir şey hissetmezsin
olacaksan bir şey, işçi sınıfı kahramanı ol

evde canını yakarlar, okulda pataklarlar
zekiysen nefret ederler, aşağılarlar alıksan
kurallarına uyamazsın kafayı yiyene kadar
olacaksan bir şey, işçi sınıfı kahramanı ol

yirmi küsür yıl eziyet edip ürküttükten sonra
meslek edinmeni isterler
öyle korku dolu ki yüreğin, elin ayağın tutulur
olacaksan bir şey, işçi sınıfı kahramanı ol

din, seks ve tv ile uyuştururlar seni
zeki, sınıfsız ve özgür hissedersin kendini
ama görebildiğim kadarıyla siktiri boktan herifin tekisin
olacaksan bir şey, işçi sınıfı kahramanı ol

üst kattakiler derler ki hep sana
öldürürken gülümsemeyi öğrenmelisin evvela
tepedekiler gibi olmayı istiyorsan eğer
olacaksan bir şey, işçi sınıfı kahramanı ol

eğer bir kahraman olmak istiyorsan, yürü benim yolumdan
eğer bir kahraman olmak istiyorsan, yürü benim yolumdan"

edit-ağustos 2002 roll dergisi arka kapaktan alıntıdır.

18 Ekim 2011 Salı

John Updike



Modern Amerikan Edebiyatı'nın en önemli isimlerinden biridir John Updike.Ülkemizde pek bilinmemekle birlikte Amerikan edebiyatında haklı bir üne sahiptir.

1932 dogumlu yazarı 2 yıl önce kaybettik.Updike, The New Yorker dergisinde 1950li yıllardan itibaren yazdıgı kısa öykülerle öne çıktı.Toplamda 700 e yakın öykü yazdıgı biliniyor.Bunu yanında,The New Yorker dergisinde editörlük,edebiyat ve sanat eleştirmenligi yaptı;şiirler yazdı.

Yazar,hikayelerinde Orta Sınıf Beyaz Amerikalıların(WASP)taşra yaşantılarına egildi.''Tasra sıkıcılıgı''nı, sıkıcı olmayan bir dille ve ironik bir üslupla aktarması en büyük özelliklerin biri.
kadın-erkek ilişkileri,aldatmalar üstüne erotik göndermeleri olan;basit,belki sıradan kabul edilecek
temaları müthiş bir tasvirle, güzel ve akıcı bir dille anlattı.

Harry "Rabbit" Angstrom adli taşralı Protestan Beyaz bir karakteri kurguladıgı Rabit(Tavsan)serisi çok sevildi;seri bir dörtlemeye dönüştü.Yazar Rabit serisiyle Pulitzer Ödülü'nün sahibi oldu.Amerikanın en prestijli edebiyat ödülü olan Pulitzeri iki kez kazanan üç yazardan(W.Faulkner,Booth Tarkington) biri oldu.

Ulkemizde ''Rabit'' serisi bu yıl Alfa Yayınları tarafından neşredilmeye başlandı.

Yazarın, öykülerinin de kısa surede çevirilip yayınlanacagını umuyorum.Tadımlık olarak Updike ın kendi çevirdigim bir öyküsünü yayımlamak istiyorum.Yazarın,en çok bilinen ve sevilen öykülerinden olan A&P,ilk kez 1961 de The New Yorker dergisinde yayimlandi.Arkasindan,yazarin toplama oyku kitabi Pigeon Feathers(1962)da neşredildi.

Öykü,yazlik bir kasabada,bir markette kasiyer olan kahranımızın agzından  dile geliyor.

Çeviri ve editing de bana büyük yardımları olan Mamama binlerce tesekkurler:)))

John Updike'den bir öykü çevirisi

                                              A&P
                                                              by John Updike


İçeri girer mayolu bu üç kız . Ben üçüncü kasadayım, sırtım kapıya dönük olduğundan ekmeklerini alıncaya kadar onları göremiyorum. Dikkatimi ilk çeken kız, ekose yeşil iki parçalı mayosu olanıydı. Bacaklarının arka üst bölümünde, güneşin değmediği belli, iki beyaz hilal şeklinde, tatlı geniş, yumuşak görünümlü poposu olan, iyi bronzlaşmış, bodur bir kızdı. Elim, HiHo kraker kutusunda duruyor, krakeri kasadan geçirip geçirmediğimi hatırlamaya çalışıyordum.Tekrar geçirince müşteriden azarı işittim. Elli yaşlarinda, elmacık kemikleri rujlu, kaşsız bu cadı, şu kasiyer gözlemcilerindendi. Eminim hatamı yakalamak onu çok mutlu edecekti. O, kırk yıldır kasiyer gözlemciliği yapıyordu ve muhtemelen şimdiye dek hiçbir hata yakalayamamıştı.

Herşeyi yoluna ve kadının aldıklarını da poşete koyduğumda --geçerken biraz homurdanıyor, eğer doğru zamanda doğsaydı, Salem'de yakılmış olurdu--Kadın yola koyulduğunda, kızlar ekmeklerini almış geri dönüyorlardı, koridordaki kasaların ve özel kutuların ortasından geri geliyorlardı. Ayakkabı bile giymemişlerdi. İşte bu, bodur olanıydı, iki parçalısı...mayosu parlak yeşildi, sütyenindeki izler hala belirgindi ve göbeği de hala soluktu. O halde, mayosunu yeni almış olmalıydı. İşte bu da, ablak çilek yüzlü olanı, burnunun altında bir çift yapışık dudağı, uzun boylu ve siyah saçlı olanı; bukleleri pek güzel yapılmamış, gözlerinin altında bildiğimiz güneş yanıkları ve fazlaca uzun bir çenesi olanı. Hani diğer kızların " çarpıcı " ve " çekici " olduğunu düşündükleri türden ama o bunu asla başaramaz ve işte onlar da bunu çok iyi bildiklerinden bu kadar çok severler onu... ve üçüncü olanı, pek de öyle boylu değildi. Oydu kraliçe.(Kraliçe gibiydi.) O, onlara bir çeşit öncülük ediyordu, diğer ikisi omuzlarını oynatıyor, etrafı dikizliyorlardı. Kraliçe etrafa bakmıyordu, bu kraliçe bakmıyordu, uzun beyaz prima donna bacaklarıyla yavaş yavaş ilerliyordu sadece. Daha önce hiç yalınayak yürümemiş gibi topuklarının üstüne basmakta zorlanıyordu. Ağırlığını topuklarından ayak uçlarına veriyor; sanki her adımıyla zemini bilinçli hareketlerle test ediyordu.Kızların kafalarının nasıl işlediğini asla tam olarak anlayamazsınız.(Sizce bunda bir mantık var mi?yoksa bu, kavanozdaki bir arının minik vızıltısı mı?) Fakat kraliçe, yanındaki kızlarla konuştuğunda meseleyi anlıyorsunuz. Onlara, nasıl yavaş yürünmesi ve dik durulması gerektiğini gösteriyordu şimdi. Kirli pembe-belki de bej, emin değilim-üstü minik topaklarla bezenmiş bir mayosu vardı ve beni cezbeden şey de askılarının düşmüş olmasıydı. Mayonun askısı, omuzlarından kollarına doğru süzülmüştü, sanırım bu yüzden mayosu hafifçe aşağı kaymış ve parlayan kenarları ortaya çıkarmıştı. Hani gözünüzle görmeseniz bu omuzlardan daha beyaz birşeyin varolabileceğini asla bilemezsiniz. Askıların çıkmasıyla mayo ile kızın yüzü arasinda hicbir şey kalmamıştı. Omuz kemiklerinden göğsüne doğru inen bu temiz ve yalın yüzey, aydınlıkta bükülmüş oyuk bir metal tabakayı andırıyordu.Yani güzelin de ötesindeydi.

Güneşin ve tuzun ağarttığı sert ve düzgün yapılı topuz saçının altında ciddi bir yüz ifadesi takılıydi.
Çözülmüş mayoyla A&Pye gelen biri için takınabileceği en iyi ifade sanırım ancak bu olabilirdi. Boynunu omuzundan öyle yüksekte tutuyordu ki, beyaz omuzları dar duruyordu ama umurumda değildi. Boyun ne kadar uzun olursa bir o kadar görkemli dururdu.

Benim ve arkamda ikinci kasada duran Stokesie'nin onu izlediğimizi gözünün ucuyla farketmişti sanırım, ama belli etmemişti. Bu kraliçe etmemişti. Karşıki raflara göz gezdirmeye devam etti ve durdu, ve öylesine yavaş döndü ki önlüğümün altından içimin gıcıklandığını farkettim ve o yanına yardıma gelen diğer iki kıza birşeyler vızıldadı ve sonra üçü beraber kedi-köpek maması- kahvaltı-mısır gevreği-makarna-pirinç-kuru üzüm-baharat-spagetti-alkolsüz içki-kraker ve kurabiyelerin satıldığı bölüme gittiler. Bense üçüncü kasadaydım ve onların et reyonuna gidişlerini izliyordum. Bronzlaşmış şişman olanı kurabiyelere bakar gibi oldu; ama şöyle bir düşündükten sonra geri bıraktı. Koyunlar alışveriş arabalarını aşağı yöne doğru sürerken -oysa kızlar trafiğin ters yönündeydiler- (Tabii bu tek yön levhamız olduğu anlamına gelmez.) muhteşemdiler. Kraliçemizin beyaz omuzlarının onları nasıl uyandırdığını görmeliydiniz bir çeşit kasılma, zıplama ya da hıçkırık gibi, sonra tekrar gözlerini kendi alışveriş sepetlerine kilitleyip sürmeye devam ettiler. Bahse girerim ki bir A&P markette dinamit patlatsanız insanlar listelerindeki yulaf ezmesini aramaya ve "Neydi şu almam gereken A ile başlayan üçüncü şey? Armut? hayır değil...tamam buldum Ananas" diye homurdanarak alışverişlerine devam ederler.Ama şüphe yok ki bu onları kımıldatmıştı. Hatta birkaç ev hamalı kadın onların yanından geçerken gördüklerinin doğruluğundan emin olmak için etraflarına bakınmışlardı.

Takdir edersiniz ki, bir kızın mayoyla plajda kimsenin bakışlarına maruz kalmadan yürümesi başka şeydir, A&P gibi bir markette floresan ışıklarının altında , yeşil ve krem rengi kauçuk-çini zeminde yalınayak dolaşması başka.

- "Babacığım," dedi Stokesie yanıma yaklaşarak "Bayılmak üzereyim."

-"Dostum," dedim. "Sıkı tut beni." Stokesie evli ve iki bebeğiyle çelik gövdesine şimdiden hafif bir darbe almıştı ama şu ana dek tek farkı da buydu zaten. Bu Nisan, o yirmiikiydi bense ondokuz .

"Bitti mi?" diye sorar, sorumluluk sahibi bir adamın ses tonuyla. Az daha unutuyordum, Stokesie günün birinde burada müdür olmayı umuyordu, belki de marketin Büyük Alexandrov ve Petrooski Çay şirketi ya da buna benzer bir unvan alacağı 1990 yılında...

Demek istediği, beldemizin yazlıkçıların akın ettiği kumsaldan 5 mil uzakta olduğu ve bizim de bu beldenin tam ortasında olduğumuzdu. Burada kadınlar arabalarından inip yürümeye başladıklarında üzerlerine genellikle bir gömlek veya şort giyerler. Gerçi bunlar, genellikle altı çocuklu ve bacakları varisten haritaya dönmüş kadınlardır ve kimsenin ,hatta kendilerinin, umurunda değillerdir. Dediğim gibi, biz kasabanın tam ortasındayız, ön kapılardan baktığınızda iki banka ve bağımsız halk kilisesini ve gazete bayiini ve üç emlakçı bürosunu ve kanalizasyon tekrar patladığından Central Street'i harab eden yirmiyedi civarı eski free loaders'ı görebilirsiniz.Kendimizi Ümit Burnunda sanmayalım, biz Boston'un kuzeyindeyiz ve burada yirmi yıldır okyanus yüzü görmemiş insanlar var.

Kızlar et reyonuna gelmiş Mr. Mahon'a birşeyler soruyorlardı. O gösterdi, onlar gösterdiler ve diyet şeftali piramidinin arkasında gözden kayboldular. Tüm bunlardan bize kalan Mr. Mahon'un eliyle ağzını kapayıp onların arkasından bakakalması oldu. Zavallı çocuklar, bu olmamalıydı, onlar için üzülmeye başlamıştım.

Şimdi sıra hikayenin üzücü bölümüne geldi, en azından ailem böyle düşünüyor ama bence üzücü değil. Bir Perşembe öğleden sonrası mağaza boş olduğundan kasalara yaslanıp tekrar kızları beklemekten başka yapacak birşeyimiz yoktu. Koca mağaza bir tilt makinesi gibiydi ve ben onların hangi tünelden çıkacaklarını bilmiyordum. Bir süre sonra uzaktaki koridorda belirdiler, ampuller,indirimli "Karayib 6" ve "Tony Martin Söylüyor" CDleri ve bu kadar çok yapışkanın nerede kullanıldığını merak ettiğin tutkallar, altısı bir arada şekerleme paketleri ve bir çocuğun bakmasıyla bile dağılacak şeffaf kağıtta plastik oyuncakların arasından belirdiler. Geliyorlar işte, Kraliçemiz yine öndeydi ve elinde küçük gri bir kavanoz tutmaktaydı. Üçten yediye kadar olan kasalarda görevli bulunmadığından onların Stokes ile benim aramda kararsız olduklarını görebiliyordum ama Stokesie'nin kısmetine tezgahına dört dev teneke kutu ananas suyu rastlıyor. ( Bu serserilerin bunca ananas suyunuyla ne yaptıklarını sık sık kendime sormuşumdur) ve böylece kızlar bana gelir. Kraliçemiz kavanozu bırakıyor ve ben buz gibi parmaklarla tutuyorum. Kingfish Ringa Balığı Ekşi Kremalı Meze:49cents. Elleri boştur artık, ne bir yüzük ne de bilezik, yeni doğmuş bebek gibi ve ben parayı nereden çıkartacağını merak etmeye başlıyorum. O ise her zamanki ciddi yüz ifadesini değiştirmeden pembe bikinisinin üst orta çukurundan katladığı dolarları çıkartıyor. Kavanoz elimde ağırlaşmıştı. Bu, bence çok zekiceydi.

Sonra herkesin şansı tükenmeye başlıyor. Lengel lahana yüklü kamyonla pazarlığını bitirdikten sonra her zaman saklandığı arkasında MÜDÜR yazan kapıdan içeri girip tüymek üzereyken kızlar gözüne çarpıyor. Lengel iç karartıcı biridir, Pazar okulunda ders verir ama gözünden de pek birşey kaçmaz. Gelip ve "Kızlar, plaj burası değil" diyor.

Kraliçemizin yüzü kızarıyor. Bana o kadar yakın duruyordu ki belki de ilk olarak onun bir güneş yanığı olmadığını farkediyordum. "Annem bir kavanoz ringa balığı almamı istedi de..." sesinin böylesi düz ve etkisiz oluşu beni korkutmuştu sanki ama yine de "ringa" ve "istedi" sözcüklerini tonlayarak söylemişti. Bu ses beni kızın oturma odasına kadar götürmüştü adeta. Odada palto ve papyonla duran babası ve diğer adamlar ve sandaletli kadınlar büyük bir tabağın içinden üzerlerine kürdan batırılmış ringa balıklarından alıyorlar, zeytinli ve naneli,renkli sulardan içiyorlardı.

"Tamam" dedi Lengel. Ama "Plaj burası değil." Onun bu tekrarı bana komik gelmişti, sanki bu ilk kez oluyordu, o yıllardır A&Pnin büyük bir kumul ve kendisinin de bu kumulun baş kurtarıcısı olduğunu düşünmekteydi. Gülmem hoşuna gitmemişti...dediğim gibi gözünden pek birşey kaçmaz...ama yine de o sıkıcı Pazar okulu müfettişi bakışında yoğunlaşıyor.

Kraliçemizin yüzündeki kızarıklık güneş yanığı değildir artık, ve benim en çok arkasından hoşlandığım...gerçekten tatlı bir popo...ekoseli şişman yüksek bir sesle, "Biz alışveriş yapmıyorduk. Tek bir şey almaya gelmiştik." dedi

"Farketmez," diyor Lengel ve bakışlarının değişmesinden onun iki parçalısını henüz farkettiğini anlamıştım. "Buraya geldiğinizde edepli giyinmenizi istiyoruz."

Alt dudağını iterekten "Edepliyiz" diyor Kraliçemiz birden. Kalabalığın içindeki yerini hatırlamak ona acı vermiştir. Masmavi gözlerinde ringa balıkları görünüp kaybolmuştu.

"Kızlar, sizinle tartışmak istemiyorum. Bundan böyle buraya omuzlarını örtüp gelin. Poliçemiz böyle." Sırtını dönüyor. Bu poliçe sizler için. Poliçe en önemli kişilerin istediği şeydir. Diğerlerinin istediği şey ise bir çocuğun suç işlemesidir.

Bu esnada müşteriler, arabayla alışverişlerini yaparken meraklı koyunlar konuşulanlardan kelime kaçırmamak için elindeki poşeti şeftali soyarmışcasına nazikçe açmaya çalışan Stokesie'nin başına toplanmışlardı. Bu sessizlikte herkesin gerildiğini hissedebiliyordum ve en çok da bana "Sammy, bu ürünü geçirmiş miydin?" diye soran Lengel'in...

Düşünüp " Hayır," dedim ama gerçekte düşündüğüm bu değildi. 4,9, BAKLİ-TOP-yazılı tomarları inceledim--düşündüğünüzden karmaşık birşey bu ve belli bir sıklıkta bunu yaptığınızda bu size kısa bir şarkıymış gibi gelir " Hey selam, sen mutlu şey"- ve kasa açılır ve ben paraları tahmin edemeyeceğiniz bir yumuşaklıkla düzleştiriyorum, iki kepçe vanilya arasından çıkmış gibi ve bir yarımlıkla bir penny'yi onun dar pembe avucuna koyuyorum ve balık kavanozunu poşete koyup ağzını büktükten sonra eline veriyorum, hep düşünüyordum.

Kızlar ve onları suçlayacak olanlar dışarı çıkmak için telaş ederken ben de onların duyabileceği kadar çabuk davranıp " İşi bıraktım" diyorum Lengel'e ve bunu yaparken onların durup bana, bu beklenmedik kahramanlarına bakmalarını bekliyorum. Onlar yollarına devam ediyorlar, gözleri çakmak çakmak; Kapı hızla açılıyor ve onlar arabalarının bulunduğu park yerine gidiyorlar, Kraliçemiz, Ekoseli ve Uzun boylu ZoZo ve beni, Lengel ve kıvrık kaşıyla başbaşa bırakıyorlar.

"Birşey mi dedin, Sammy?

"İşi bıraktım dedim"

"Sanırım bıraktın"

"Onları utandırmak zorunda değildin"

"Asıl onlar bizi utandırdı."

Birşeyler söylemeye başladım ve ağzımdan "zırva laflar" çıktı. Bu, büyükannemin sözüdür, duysa memnun olurdu, biliyorum.

" Dediğin şeyin ne anlama geldiğini bildiğini sanmıyorum."

"Sanmadığını biliyorum" dedim. "Ama biliyorum," . Bağını çözdükten sonra omuzumu silkeleyip önlüğümü üzerimden atıyorum. Bulunduğum kasaya doğru yönelen bir çift müşteri akıntıya kapılmış domuzlar gibi birbirlerine çarpıyorlar.

Lengel içini çekip sabırlı ve sakin bir tavır alıyor. Yıllardır o ve anne-babam arkadaşlar. "Sammy, bunu anne ve babana yapmak istemezsin." diyor bana. Doğru, istemem. Ama bence bir defa bir çıkış yaptın mı her ne pahasına olursa olsun onu sürdürmelisin. Önlüğü katladım, cebin üzeri kırmızı iplikle "Sammy" işliydi ve tezgahın üzerine koydum, ve papyonu da önlüğün üzerine bıraktım. Merak ettiyseniz söyleyeyim, papyon onlarındı. " Bu yaptığına hayatın boyunca pişmanlık duyacaksın," diyor Lengel ve haklı da, biliyorum, ama onun bu hoş kızları nasıl utandırdığı aklıma geldikçe içim eziliyor, satış yok damgasını vuruyorum ve çekmece dışarı fırlıyor. Tüm bunların yazın olmasının tek avantajı kapıdan temizce çıkma şansımın olmasıydı, paltomu ve galoşlarımı aramak zorunda değildim. Annemin bir gece önce ütülediği beyaz gömleğim üzerimde aylak aylak ve gözlerim çakmak çakmak yürüyorum, ve kapı açılıyor ve dışarda güneş ışını asfaltta dolaşıyor.

Benim kızlara bakıyorum ama tabii ki yoklar. Almadıkları şeker için toz mavisi Kartal station wagonun kapısında bağıran çocuklu evliler dışında kimse yoktu. Kaldırıma yığılmış turba yosunu ve alüminyum rengi patiska mobilyaların arkasından dönüp büyük pencerelerden içeri baktım, kasamda koyunlara hizmet vermekte olan Lengel'i görebiliyordum. O an kendisine demir ilacı enjekte edilmiş gibiydi, yüzü koyu gri ve sırtı dimdikti ve benim midem ise bundan böyle hayatın benim için ne kadar zor olacağını hisseder gibiydi.


http://www.tiger-town.com/whatnot/updike/

17 Ekim 2011 Pazartesi

Memleket Isterim

Kanal 24 te bir güzel program:Memleket Isterim.Güzel insanların hayat öykülerini kendi agızlarından dinliyoruz.Ben onemsedigim iki kişiyi,numunelik olarak ekliyorum.

Dileyen Yılmaz Erdogan,Ara Güler,Mario Levi,Zülfü Lıvaneli,Sinan Çetin ve daha bir çok ismi Youtube'tan bulup izleyebilir.



                                                        SIRRI SUREYYA ONDER


                                                              ECE TEMELKURAN


Motley Crue ve Oscar Wilde

You're all I need, make you only mine
I loved you So I set you free
I had to take your life
You're all I need, you're all I need
You're all I need and I loved you so
So I put you to sleep




Motley Crue'nun en kral şarkılarından biridir You are all I need.Şarkı,sevgilisini sevdigi için öldürüp onu özgür kılan bir ''manyagı'' konu ediniyor.Motley Crue grubu yaşanmış bir olaydan esinlenmiş.Klibi uzun süre yasaklandi;TVlerde gösterilmedi.
Bir Oscar Wilde esinlenmesi de olabilir mi bu şarkı?Motley Crue bu şiiri okusa,kendi meşreplerince ancaj böyle bir şarkı yapabilirlerdi.

Aşagıda Oscar Wilde o çok meşhur şiiri var.Ezel dizisinde Tuncel Kurtiz iyi seslendirmişti hani...
Yet each man kills the thing he loves;
But then,who ever said the six oclock news for pretty?


Her İnsan Öldürür Sevdiğini / Oscar Wilde
Yet each man kills the thing he loves
By each let this be heard,
Some do it with a bitter look,
Some with a flattering word,
The coward does it with a kiss,
The brave man with a sword!

Some kill their love when they are young,
And some when they are old;
Some strangle with the hands of Lust,
Some with the hands of Gold:
The kindest use a knife, because
The dead so soon grow cold.

Some love too little, some too long,
Some sell, and others buy;
Some do the deed with many tears,
And some without a sigh:
For each man kills the thing he loves,
Yet each man does not die.

Her insan öldürür gene de
sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!

Kimisi aşkını gençlikte
öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet'in elleriyle
boğazlar,
Birinin altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.

Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür
sevdiğini,
Gene de ölmez insan.



Her İnsan Öldürür Sevdiğini, Oscar Wilde (Şiir - Kısmi)
Kaynak: Çev: meltem ahıska, defter, 14, eXpress, 77
Epigraf: Online Edebiyat Arşivi, http://epigraf.fisek.com.tr





Stranger in the Night

Yayam (anneannem) çok sever Frank Sinatrayı.Kulaklarını çınlatmış olayım bu güzel şarkıyla...

                                                 

                                                          
                                                         STRANGER IN THE NIGHT

Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi







Sevgi Duvarı / Can Yücel
Sen miydin o, yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat–sevicileri
Derdim gülüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi


Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
Çöpçülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi


Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık öyle seçik ki
Başucumda bi sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

15 Ekim 2011 Cumartesi

Değişen Kafalar




Degişen Kafalar (die vertauschten köpfe)Thomas Mann in kaleme aldıgı bir Hint efsanesidir.Yogun felsefi gondermeleri olan bu masalda Mann,insan ruhunu,eksiklik ve artamlarını ele almakta ve bunları kendısıne özgü yansız ve kesin görüşü,amansız çözümleme yetenegi ve alaycı edasıyla biçimlendirmektedir.Bu yapıtın kahramanlarından Şridaman,ruhça incelmiş,vücutça da hantallaşmış Brahmanlar sınıfındandır.Nanda ise daha aşagı bir sınıftan,kültürce daha zayıf,ama vucutça çok çevik ve güçlü bir gençtir.Her ikisi de kendilerinde eksik olan huyları digerinde bukdugu için,aralarında biraz gıpta,biraz alay ve biraz da hayranlıktan dogma güçlü bir dostluk vardır.Bir gün aralarına bir de kadın karışır:Sita.Sita,Şridaman ın karısı olur.Zeki ve bilgili kocasına saygı göstermekle birlikte bir türlü onun zayıf ve yaglı vucudunu sevemez.Düşlerine ve hayallerine egemen olan,Nanda nın esmer renklı çevik vucududur.Nanda da Sita ya büyük bir tutku besledigi için,çok geçmeden her üçü için de dayanılması zor bir yaşam başlar.





Zamanının en önemlı yazarlarından biri olan Thomas Mann,1875 te Lubeck kentinde dogdu.Sonraları Munihe yerleşti.Naziler iktidarı ele geçirince Almanyadan ayrılarak İsviçre ye yerleşti.İkinci Dünya Savaşından sonra Almanya ya dönse de soguk karşılandı.

Buddenbrook Ailesi,Venedikte Ölüm gibi önemli eserleri olan Mann,1929 da Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı.Nietzsche,Schopenhauer ve Wagner felsefelerinin etkisi altında kalan yazar Lotte Weimar'da,Doktor Faust gibi eserlerinde Goethe biçeminde bir insansal olgunluk düşüncesini hedef aldı.

İki Şehrin Hıkayesi




Ünlü İngiliz yazar Charles Dickens ın A Tale of Two Cities (ki Şehrin Hıkayesi)romanının kısaltılmıs ve basitleştirilmiş upper-ıntermediate versiyonunu orjinal dilinde okuma şansım oldu.Ne kadar da basitleştirilmiş olsa da Dickensın pek güzel tasvirlerinin tadını almak zor olmadı.Orjinal dilinde okunmasını şiddetle tavsiye ederim.Türkçe okumak isteyenler Can Yayınlarını tercih etsin.

Roman,18.yyın sonunda Fransız Devrimi arkaplanında,Paris ve Londra da geçen bir hikaye.
degişim döneminde yaşanan bir aşk hikayesi oldugu kadar erdemli ve
dürüst olmanın bu yakıcı degişim döneminde ne kadar zor bir imtihan oldugunu gösteren bir öykü.


devrim sürecini,sınıf çatışmalarını (Aristokrasi ile köylüler) ve Fransız Devriminin özünü derinlemesine anlatmasa da çok yerinde ve gerçekçi anlattıgına bizi ikna ediyor.

Dickens,Fransız Devriminden 60 yıl sonra bir İngiliz edebiyat dergisinde periyodik olarak yayınlamış bu eserini.Bu güne kadar 200 milyon baskısı satılan bu eser tam bir klasik.

Kitabı okumayanların bile aşina oldugu müthiş bir paragrafla başlıyor bu kitap



"it was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of light, it was the season of the darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us, we were all going direct to heaven, we were all going direct to the other way- in short, the period was so far like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good and evil, in the superlative degree of comparison only. "

13 Ekim 2011 Perşembe

Sirri Süreyya Önder

Meclisteki giyim kuşam degişikligi genelgesi ile ilgili bir tartışma programı...

Sırrı Sureyya Önder yine iş başında:))


http://tvarsivi.com/tarafsiz-bolge-12-10-2011-izle-e_27243.html

12 Ekim 2011 Çarşamba

Ekmek,Şarap,Sen ve Ben

Turk sinemasinin önemli bir karakter oyuncusudur Ihsan Yüce...Aynı zamanda bir yönetmen ve şair oldugunu bileniniz var mıdır?


                                      http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0hsan_Y%C3%BCce

Ihsan Yüce'nin bu müthiş şiirini seslendiren Mümtaz Sevinç.Bir çok şiire sesiyle can vermiş onemli bir seslendirmen ve tiyatrocuydu.Birkaç yıl önce kaybettik kendisini...
Şarap gibi,dinlendikçe ve yıllandıkça güzelleşen bu şarkı Mazlum Çimen'e ait.
Bu üç güzel insan,voltranı olusturmuşlar; bize de sükut edip dinlemek düşer.
Istanbuldan Nişan için gelsin o zaman:)
Ekmek,Şarap,Sen ve Ben;bir de sabahın dördü...
                                               




Chuck Palahniuk-Bir Söyleşi

Chuck Palahniuk,son dönemin en çarpıcı yazarlarindan biri.Dünya çapında taninan ve sevilen kültleşmiş kitaplarin kalemşörü.Fight Club kitabiyla edebiyat dünyasina kendisini tanıttı.Aynı adlı kitabından çok başarılı bir sinema uyarlaması yapılınca dünya çapında isminden soz ettirmeye başladi.Yeraltı edebiyatı diye tag'lenen kitaplari cok sıkı sistem eleştirileriyle dolu.
Kapitalizmi,postmodernizmi,Amerikan Rüyasını,yozlaşan Amerikan toplumunu eleştirirken çok çarpıcı bir dil kullanıyor.Amerıkalılaşmaya  hevesli ınsan ve topluluklara ince bir bakış kazandırır umarım.Tabi okuyan olursa...


Bizim ülkemizse,boş durmuyor yazarın son kitabını yasaklamakla ugraşıyor.


İstanbul Basın Savcılığı Chuck Palahniuk'ın Ölüm Pornosu adıyla Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilen kitabı Snuff (Ölüm Pornosu) hakkında soruşturma başlattı. Bilirkişi olarak atanan Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun hazırladığı sekiz sayfalık bilirkişi raporuyla Ayrıntı Yayınları, soruşturma hakkında bilgilendirildi.
Kitabin cevirmeni Funda Uncu'ya savcilikta fahise muamelesi yapilmasi da cabasi.
Chuck Palahniuk un birçok kitabını Ayrıntı Yayınları neşretti.Funda Uncu nun Palahniuk çevirileri çok başarılı bulunuyor.Fakat ben yine de,ileri derecede ingilizce bilenlere, kitapları orjinal dilinde okumalarını tavsiye ederim. 






Yazar Chuck Palahniuk'un New York Strand Bookstore'daki okuma gününde (12 Mayıs 2009 ) yaptıgı bir söyleşinin tarafımdan yapılmış naçizane bir çevirisi.(hadi alcakgonulluluk yapmayayim;çok başarılı bir çeviri!:)))


  Orjinal metni okumak isteyenler için:
 
  www.time.com/time/arts/article/0,8599,1897504,00.html



Chuck Palahniuk bir ''rock star'' değil;ama olabilir de. Fight Club ve Invisible Monsters'ın(görünmeyen canavarlar) yazarı Palahniuk konser salonlarında ''okuma günleri'' düzenliyor, seyircilerine şişme erotik bebekler atmakla tanınıyor ve hayranları ismini kollarına yazdırıyor.
   Yazarın resmi web sitesi kendilerini açıkça " the Cult " diye adlandıran 47.000'in üstünde çılgın hayranıyla dolu.Onlar tanıtım tişörtleri ile müzik piyasasını canlandırıyor, konser biletleri satıyorlar.                                                                                                                                                                                       
   Son kitabı "Pygmy"(Cüce) öğrenci değişim programıyla Orta Amerika'ya gelmis ergen bir ogrencinin/ gizli ajanin terör planlarını konu ediniyor.
   Palahniuk yeni romanı ile ilgili TIME dergisine konuştu ve tüm Alman ulusuna yanlışlıkla nasıl hakarette bulunduğunu ve " the Cult " için neler gerçekte düşündüğünü anlattı.
>
> -Bu kitapla ilgili fikir nasıl oluştu?>
> "Fight Club" filmi yayınlanmaya başladığında, full time yazabilmek için işimi bıraktım.Beni yataktan erken kaldıracak bir şeye ihtiyacım vardi.Ve gönüllü  evsizlere ''çorba yapmaya'' başladım.
> Kimse kim olduğumu ve niye orada olduğumu bilmiyordu. İnsanlar benle ilgili hikaye üretmeye başladılar.Kimilerine göre tescilli bir seks suçlusuydum, hapisten yeni çıkmıştım ve kamu hizmetiyle
> cezalandırılmıştım.Kimilerine göre ise bir katildim... bir kundakci. Bütün bu dehşetengiz düşünceler bana yöneltilmişti çünkü kimse bu adamın neden her sabah 5 te gelip ekmek kızarttığını
> bilmiyordu.
>
> -Ve sen bozmadan devam ettin...''katil değilim''demedin...öyle mi?
>
> Demedim. Onların hikayesi gerçekten daha iyiydi.Öylece devam ettim.
>
> -Nasıl Pygmy'e dönüştü hikaye?>
> Neşeli ve karşılaştığınızda güçlük çekmeden açıklayamayacağınız bir karakter oluşturma fikri hoşuma gitti. Bu, Pygny'yle tanışan herkesin en kötü önyargıyla, kendini beğenmişlikle ve bağnazlıkla yüzleşmelerini sağlıyor. Kimse onun hangi ırktan olduğunu bile bilmiyor. Gerçek ismi "Pygmy" bile değil.
>
>-Kitaptaki karakterler, Amerika'nın dünyadaki ya en iyi ülke ya da en kötüsü olduğunu düşünüyor. Aslında kitap politikayla içiçe.
>
> Bana göre bu, politik bir kitaptan ziyade bir olgunluk romanı. Halkının en iyi halk olduğunu düşündüğün o 10-11 yaşlarını hatırlar mısın? O yaşlarda onlar herşeyi bilirdi ve onların dediği doğruydu
> VE sen büyüdün; bu berbat döneme ulaştığında onların birden şeytan, zorba ve hiçbirşey bilmeyen alıklar olduğunu gördün.
>
> Pygmy'yi konuk eden aile, Amerika'yı herşeyin mükemmel olduğu bir yer olarak tanıtır oysa Pygmy Amerika'yı bir zorba ve şeytansı bir aptal olarak görecek şekilde eğitilmiştir. Sonuçta her iki aşamanın ötesinde ailenin mükemmel olmadığını ama seni sevdiğini ve sana en iyisini vermeye çalıştığını kabullenirsin. Pygmy, bu insanları sevgi dolu ama çoğu şeyden ''birhaber insanlar'' olarak tanımladı.
>
> -Pygmy çok özel ve kırık bir şiveyle yazıldı. Kitabı okuduktan sonra kendimi o şiveyle düşünmekten alıkoyamadım. Nasıl bir şeydi bu şekilde yazmak?
>
> Gerçekten de tahripkardı. Düzyazı yerine şiir yazmak gibiydi. Kasten yanlış yapıyordum ve birçok nedenim vardı. Örneğin önek kullanmadım... unhappy, unconscious gibi. Onun yerine "no happy, no conscious" şeklinde yazdım.Benim de no conscious dediğim çok oldu. Bu dili içselleştiriyorsunuz ve düşünce şekliniz kafanızda ve bilincinizde korunuyor.Bu WalMart, megakilise gibi gündelik ve
> taze şeylerde daha sıradan düşünmemi kolaylaştırdı.
>
>  -Tanrının insanları cezalandırmak için onların günah işlemelerine ihtiyacı olduğuyla ilgili birçok bölüm var kitapta. İlginç bir yaklaşım. Biraz bahseder misiniz?

> Alman ulusal radyosuna berbat bir röportaj vermiştim. Bir yerinde ''Sieht so aus als haettest du all dein Deutsch vergessen'' demek istedim ''Sanırım Almancayı unutmuşumdur'' anlamında. Sadece tek bir fiili yanlış kullanmıştım.Vergessen yerine Vergast. Programdan çıktığımda yayıncılar bana cok kızgındı. Vergast, "insanları ölüme sürüklemek" fiilinin geçmiş zaman haliydi. Almanca sözcüğünü de yanlış telafuz etmiş "r" harfini eklemiştim. Anlamı Almanca yerine Alman halkına dönüşmüştü ve ben "Almanları ölüme yönlendirdiğim için üzgünüm" demiştim. Çok utanmıştım.
>
>  -Ne oldu... hiç tepki aldınız mı?
>
> Hayır. Sıvıştım, trene binip oradan uzaklastim; kendimi çok kötü hissediyordum. Binlerce kişiyi aşağılamıştım. Bunları nasıl soyleyebildim? Bizim ayıbımız olan bu korkunç yanlışların, Tanrı'nın canımızı alırken keyiflenmesine vesile olduğunu düşünmeye başladım. Kimbilir belki de bu günahlarımız Tanrıya bize sonunda kanser hastalığını verirken üzülmemesi için bir tür teselli oluyordur.
>
>  -Çok sıkı bir hayran kitleniz var.''Cult''larla ilişkiniz nasıl?
>
> Yaklaşık 10 yıl önce, 3 kişi New York'taki ''okuma etkinliğine'' geldi ve resmi hayran sitemi kurmak istediklerini söyledi. "Hiçbirşeyi düşünmenize gerek yok biz halledeceğiz" dediler. Bir çesit tevekkulle ''Tamam, yapın'' dedim. O günden beri site çok büyüdü. Yazılanlara, eleştiri ve tavsiyelerimle katkı sağlıyorum. Her ay bana 6 veya 8 hikaye gonderiyorlar ve ben de görüşlerimi
> belirtip geri yolluyorum.
>
> -Sizin ''kitap okuma''larınız normal okumalara benzemiyor. Daha cok konser gibi, kutlama günleri gibi.Bütün bu çılgın şeyleri neden yapıyorsunuz?>
> 7 yıl kadar önce, okumaların sıkıcı geçtiğini farkettim. Oraya çıkıp etkinlik boyunca uyurgezer gibi kitabımdan pasajlar okuyordum. Daha çarpıcı birşeyler yapmalıydım. Hoplamak, zıplamak
> istiyordum; böylece etkinlik daha heyecanlı olabilecekti. Her seferinde farklı bir yol buldum eğlenmek icin. Kaldığım otelin oda numarasını veya uçağımın koltuk no.sunu hatırlamam ama her organizasyonum aklımdadır.
>
>  -Plastik vücut parçalarını insanların üstüne attığınızı duydum...
>
> İnsanlar benden vücutlarına imza atmamı istiyorlardı. Ve ben bir sonraki etkinlikte herkesin imzamı dövme yaptırdığını görüyordum. Ve insanların vücutlarına imza atmamaya karar verdim. Artık onlara kol ve bacak verecek ve istediklerinde bu kol ve bacakları imzalayacaktım.Bir iki yıl boyunca insanların üzerlerine kol-bacak fırlattım ve sonra yüzlerce ucuz erotik bebekler atmaya başladim. Bir yarışma düzenliyorduk ve kim daha hızlı bebek şişirirse kitap kazanıyordu.
>
>  -Bu seferki etkinlikte ne yapıyorsunuz?>
> Penguen
>
    -Gerçekten mi?
>
> Bütün kışı şişirerek, imzalayarak ve tarih atarak geçirdiğim 200 şişme penguen. Her organizasyona 250 penguen gönderdim. Çeşitli yarışmalar düzenledik. İnsanları eğlendirmekten
> hoşlanıyorum. Daha çok duygu ve kaos eklemek iyi oluyor.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Gökdemir İhsan



GOKDEMIR IHSAN


Deneysel edebiyat alanında eser veren yazar, özellikle "oyun" kavramına vurgu yapmaktadır. Oulipo akımının Türkiye'deki temsilcilerindendir.
Jorge Luis Borges, Italo Calvino, Laurence Sterne, Raymond Queneau ve Georges Perec'ten etkilenmiştir







OULIPO
fransız edebiyatında önemli bir yeri olan akım. george perec, jacques roubeau, italo calvino, raymond queneau gibi yazarlar tarafından benimsenmiş, dünya edebiyatına yaşam kullanım kılavuzu, bir kış gecesi eğer bir yolcu, 1 trilyon şiir gibi modern klasikler kazandırmıştır. yapıtlarda çözülmesi zor bulmacalar, labirentler, oyunlar, iç-içe geçmiş hikayeler, karmakarışık düzenler bulunur. edebiyat-matematik-mantık üçgeni ön plana çıkar..(ekşisözlük-naranimo)


Gokdemir Ihsan'in yayimlanmış kitapları


Katakofti (Simurg Yayınları, 2009)
Kurmaca Alıştırmaları (Sel Yayıncılık, 2010)


Paris’te tıklım tıklım dolu Contrescarpe-Champerret otobüsünde gençten bir yolcu vardır. Dikkat çekecek derecede uzun boylu ve bir hindi gibi uzun boyunludur. Aylardan Temmuz olmasına rağmen, kalın bir palto giymiş oluşu biraz tuhaftır. Ama asıl ilginç olan, başındaki fötr şapkadır:
Çevresine, genellikle olduğu gibi, bir kordela değil, bükülmüş kalın bir sicim dolanmıştır bu şapkanın. Yolculuk olaysız geçmez. Genç adam, inip binen yolculara yol vermek gerekçesiyle onu arkadan itiştiren ve bu arada ayağına basıp duran yaşlıca bir yolcuya şiddetle çıkışır. Yaşlı adam ise bu lafları pek umursamaz. Dudaklarında mütebessim bir ifadeyle dikilip durur. Genç adam boşalan bir koltuğa kendini atar. İki saat sonra, Gare St. Lazare’ın önündeki mahşerî kalabalıkta, genç adam yine kendisi gibi genç bir arkadaşıyla konuşmaktadır. Arkadaşı parmağıyla genç adamın göğsündeki bir düğmeyi işaret ederek bir şeyler söyler.


33 değişik kurgu Sıradan bir öykü mü? Evet, haklı olabilirsiniz, ama OULIPO’nun [Ouvroir de la littérature potentielle] kurucularından, yazının uçbeyi Raymond Queuneau, ‘Biçem Alıştırmaları’ (Sel Yayıncılık, çeviren: Armağan Ekici) adlı yapıtında, bu sıradan öyküyü doksan dokuz değişik biçem kullanarak aktarmıştı. Gökdemir İhsan ise, bir ‘début’ sayılabilecek bu kitabında (yazarın ilk kitabı olan ‘Katakofti‘ Simurg Yayınları’nca yayımlanmış, ama hak ettiği ilgiyi bulamamıştı), aynı öyküyü, yukarıda vermeye çalıştığım ana çizgileriyle ele alıyor ve, Queuneau’ya nazire yaparcasına, doksan dokuz ayrı biçemde değil, ama otuz üç değişik kurguyla anlatıyor.
Neler yok ki bu rengârenk kataloğun içinde: paranoid komplo teorileri, uçuk bilim kurgu pastişleri, casusluk ve polisiye öyküleri, melodramlar vb... Ve bu arada çoğu yazın dünyasından ve kimisi de popüler kültürden göndermeler gırla gidiyor, tanıdık simalar birer birer sökün ediyor. Ayak uydurulmayı bekleyen, otuz üç kısım tekmili birden postmodern bir oynaşı aslında bu metin. Kısacası, girift bir göndermeler yumağıyla karşı karşıyayız
. (Ali Teoman-Radikal Kitap Alinti)






satranç dersleri


Satranç Dersleri / İlhami Çiçek
1
uzun bir nehirdir satranç
kıvrak ve uzatarak boynunu
nice güneş batışını yerinde görmüş boynunu
oysa veba tarihçileri bilmemişlerdir
her karenin bir karşı veba girişimi olduğunu

göğe bezgin bakanların bir türlü öğrenemediği
bir oyundur satranç

evet ilk aşk gibi bir şeydir ilk açılış
artık dönüş yoktur
kuşku bağışlanmasa da
tedirginlik doğal sayılabilir
ancak
yürümenin dışında bütün eylemlerin adı
kaçış kaçış kaçıştır

çapraz özgürlüklerinde filler
acılardan yapılmış bir alanda
ne zaman ki esrirler
yazsak defterlere sığar mıydı
şah açmazında vezirin ölümcül tutkusunu
yerine göre piyon da bir tufandır
içinde hep bir vezir sürekli mahzun
düz gider çapraz vurulur ve uzun uzun
günbatımlarını çağrıştırır

hüznü uçlarından dolanıp
yalın sıçrayışlarıyla piyonlar arasından
ürkek ama cesur ama sevimli
açsa duyargalarını o tarihsel şiire
iyi bir oyuncu en çok atları sever

sen ey atını kaybeden oyuncu
bir ilkyazdan koca bir güzyontan adam
bırak oyunu

artık
öyle bir ıssızlık düşle ki içinde
yeryüzünü kişnesin
bizim atlar

Edebiyatın serin suları

Günlük siyasi tartışmalardan,medya tarafından yaratılan ve mütamadiyen pompalanan suni gündemlerden gına geldi artık.


Siyaseti,siyaset bilimi  ve siyasetçilerin tekelinden alıp edebiyat duyarlılıgı ve bir filozof(akil adamlar) vizyonuyla enine boyuna tartışmamız şart.


Politikayı,belirlenmiş demokratik kriterlerle çogunluk tarafından seçilmiş bir parti veya partiler koalisyonu üstünden okumak çok sakat bir bakış.Sistemi sorgulamayı gözardı ediyor adeta...


Umberto Eco,Amin Maalouf,Edward Said,Jurgen Habermas gibi edebiyatçılar ve filozoflara daha fazla kulak verilmesi gerekir.
Orhan Pamuk Kürt sorununa dair bir laf etti.Başı sonu kırpılarak manşet yapıldı.Hakkında kampanyalar ''cadı avı'' yürütüldü.Bir edebiyatçıya yapılacak en büyük kötülük budur.


Ece Temelkuran'ın Siyaset Meydanı'nda içten bir feryadı vardı.''Siz ne zaman bu kadar kötüleştiniz''.Kamplaşmalar üstünden yürütülen siyaset ve fikir tartışmaları hızla devam etmekte...Yozlaşıyoruz,kötüleşiyoruz.


Hiçbirşeye inanmıyoruz.Hakkında savaşacagımız hiçbir deger bırakmadılar.Büyük ideallerimiz kalmadı.Fight Club'tan Tyler Durden böyle demişti.Yeraltı Edebiyatı'nda müstesna örnekler vererek en çarpıcı şekilde muhalif söylemler geliştiren Chuck Palahniuk yaşadıgımız akıl tutulmasını herkesten iyi açıklıyor.Fakat kendisinin muhalif görüşleri bile,birer ikon haline getirilip içi boşaltılıyor;son tahlilde post modern akıl tutulması çagında birer masturbasyon malzemesi olarak işlev görüyor.Ne yazik!


Bir süredir kendimi edebiyatın serin sularına ve felsefenin sarsılmaz eleştirel ''dünya''sına bıraktım.Naçizane bir önerim olsun size de...


Michel Foucault okumamış bir siyasetçi bize birşey veremez.Nasıl Dostoyevski okumamış bir psikayatrın bize yardımı dokunmayacagı gibi.


İyi günler!

Kötü Bir Yılın Güncesi

''  Avustralya birçok bakımdan gelişmiş bir demokrasi.Aynı zamanda siyasi sinikligin ve siyasetçileri hor görmenin de alıp başını gittigi bir ülke.Fakat bu siniklik ve horgörü düzene gayet güzel uydurulmuş.Düzenle bir derdiniz varsa ve onu degiştirmek istiyorsanız,der Demokratik tez,bunu düzen dahilinde yapın.siyasi görev için adaylıgını koyun,kendinizi yurttaşlarınızın yakın incelemsine ve oyuna bırakın.Demokrasi,demokratik düzen dışında siyaset yapmaya izin vermez.Demokrasi bu bakımdan totaliterdir.  ''  (Demokrasi Ustune - Kötü Bir Yılın Güncesi)



Kötü Bir Yılın Güncesi (the Diary of the a Bad Year) Nobel Ödüllü J.M.Coetzee den bir deneme kitabı...


Eni konu bir kurgusu olmadıgından bir roman diyemeyiz.Coetzee,ana karakteri Senior C marifetiyle kendini ihtiyar bir yazar olarak yeniden üretiyor.Senior C aynı Coetzee gibi Güney Afrika dogumlu Avustralyada yaşayan yaşlı bir yazar-akademisyen.Amerikada edebiyat egitimi almış,Avrupada bulunmuş fakat ihtiyarladıgı için hayatının son demlerinde münzevi ve yalnız bir hayata mahkum olmuş birisi.Almanyalı bir yazar arkadaşı,günümüz sosyal ve politik meselelerine ilişkin bir fikir kitaba katki yapmasini isteyince hemen bu işe girişiyor.
Yaşadıgı apartmandan genç ve güzel Anya ile tanışıyor.Anya kendisine kitabın daktilo edilmesinde yardımcı oluyor bu arada ikili arasında, bazen seslendirilen bazen de hissedilen etkili bir bag oluşmaya başliyor.Diger yan karakter Alan ise Anya nın sevgilisi;bir borsacı...




Senior C nin yazmaya giriştigi kitap Çarpıcı Fikirler,gunumuzun politika,demokrasi,apartheid,Irak işgali gibi meselelerinin yanında müzik, kadın erkek ilişkileri,utanç gibi farklı konulardaki deneme yazılarından oluşuyor.Bu denemeler Coetzee'nin kendi görüşleri ve hayata bakışı aynı zamanda.Coetzee günümüzün en önemli romancılarında biri oldugu kadar önemli bir ''fikir adamı'' oldugunu bir kez daha görüyoruz.Senior C nin agzından aktardıgı fikirler ilham verici...

'' Gönül,haysiyetini yitirmektense ölmeyi yeg tutanlara biraz saygı duymak ister,ama konu
Islamcı intihar bombacıları olunca,ne çok olduklarını,dolayısıyla(Öteki nin kitlesel zihniyetine dair Batının bildik önyargısını dışa vuran,belki de fena halde yanlış bir mantık yürütmeyle)hayata ne kadar az deger vermiş olduklarını gördükten sonra o saygıyı korumak zorlaşıyor.Bombalı intihar eylemlerini Amerikanın(ve Israilin)güdüm teknolojilerindeki rakiplerini fersahlarca geride bırakan başarılarına biraz da umutsuzlukla nitelendirilebilecek bir tepki olarak düşünmenin belki bu ikileme faydası olabilir.ABD nin savunma yüklenicileri şu an Amerikan personelinin birfiil hazır bulunması gerekmedigi ve yüz kilometre ötedeki bir savaş gemisinde,hatta Pentagondaki bir harekat odasında oturan teknisyenlerce elektronik olarak yönlendirilen robot askerlerin(insan olan)düşmana ölüm yagdırdıgı bir gelecegin görkemli savaş alanı üstünde çalışıyorlar.Böyle bir hasım karşısında umarsızca ve savurganca ölüme atılmaktan başka nasıl korunur haysiyet?
  '' (Güdüm Sistemleri Üstüne)


Farklı tarzları denemeyi seven bir yazar Coetzee.Kitabı saf bir deneme fikriyat kitabı olarak kurgulamaktansa yenilikçi bir işe girişiyor.Kitabın her sayfasında üçe ayrılmış bölümler halinde, önce Senior C nin kitabı için kaleme aldıgı denemeler;ardından Senior C nin kendisi ve Anya ile ilgili düşüncüleri ve diyalogları,üçüncü bölümde ise Anyanın  kendi ''dünya''sı...


''  Dünyanın her yerinde,evrende adalet olmadıgını kabule yanaşmayarak tanrılarını Amerikaya,milletler hukukunun menzili dışında oldugunu ilan etmiş bir Amerikaya karşı yardıma cagıran insanlar olmalı.Bedduacılara göre,tanrılar bugün veya yarın cevap vermeseler de bir iki kuşak sonra harekete geçmelerine engel degil bu.Dolayısıyla yakarışları aslında bir lanet:Bize yapılan haksızlıgın anısı silinmesin,gelecek kuşaklarda bile olsa suçlu cezasını çeksin.

William Faulkner'da da derinden derine bu izlek vardır:Topragın Kızılderililerden çalınması veya kadın köleler yapılan tecavüzler kuşaklar sonra umulmadık biçimlerde gün yüzüne çıkarak zalime musallat olur.Lanetin mirasçısı, geriye baktıgında hazin hazin başını sallar.Onları güçsüz sanırdık,der.o yüzden bunları reva gördük:şimdi anlıyoruz ki meger güçsüz degillermiş.

''Suçlulukta trajediyi biçimlendiren şey'' der Jean P'erre Vernant,''bütün bir ırka yamanmış ve bir kuşaktan öbürüne kaçınılmazcasına aktarılan bir leke olarak kadim dinlerin günah kavrayışıyla... suçlunun hiçbir baskı altında olmaksızın bilerek suç işlemeyi tercih eden bagımsız bir birey olarak tanımlandıgı hukuktaki yeni anlayış arasındaki sürekli çatışmadır. '' (Lanet Ustune)


Coetzee yi nasıl bilirdiniz sorusuna bir bilenin cevabı ise:J.M. Coetzee, kazandığı Booker Ödülleri'ni almaya bile gitmeyecek kadar içine kapalı bir yazar. Rian Malan onu şöyle anlatıyor: "Coetzee bir keşiş gibi disiplinli ve ölçülü yaşar. İçki ve sigara içmez, et yemez. Formunu korumak için bisikletle kilometrelerce yol yapar. Her sabah en az bir saatini çalışma masasının başında geçirir." Yine başka bir meslektaşı, Coetzee'yle çalıştığı 10 yıl içinde onun sadece bir kez güldüğünü görmüş. Birkaç kez Coetzee'nin de bulunduğu yemek davetlerine katılan bir tanıdığı ise davet boyunca ağzından tek sözcük çıkmadığını belirtiyor.''






Coetzee ''ilginç işler'' yapmayı seviyor.Son kitabı Summertime kendi biyografisini kurgusallaştıgı eseri.Coetzee,hayatını kendisini yakından tanıyan beş kişiyle yapılan roportajlar üstünden kurgulamış.Otobiyografik roman veya Kurgulanmıs Roman (Fictionalised autobiography) deniyor bu tarza...Yazdıgı diger otobiyografik eserleriyle birleştirilmiş ve hacimli bir kitap olarak Can Yayınları tarafından Taşra Hayatından Manzaralar adıyla tercüme edilmiş.Kitabı en kısa sürede okumayı düşünüyorum.



6 Ekim 2011 Perşembe

uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum




Bize bu saatten sonra Turgut Uyar:)


GEYİKLİ GECE - Turgut Uyar

halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta
herşey naylondandı o kadar
ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı
ama geyikli geceyi bulmadan önce
hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

geyikli geceyi hep bilmelisiniz
yeşil ve yabani uzak ormanlarda
güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
hepimizi vakitten kurtaracak

bir yandan toprağı sürdük
bir yandan kaybolduk
gladyatörlerden ve dişlilerden
ve büyük şehirlerden
gizleyerek yahut dövüşerek
geyikli geceyi kurtardık

evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
üç güvercin görsek meksika geliyordu aklımıza
caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
bilir bilmez geyikli gece yüzünden

'geyikli gecenin arkası ağaç
ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı'
ister istemez aşkları hatırlatır
eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
şimdi de var biliyorum
bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...

hiçbir şey umurumda değil diyorum
aşktan ve umuttan başka
bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

biliyorum gemiler götüremez
neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini
örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi
ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi
geyikli gecenin karanlığında..

aldatıldığımız önemli değildi yoksa
herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
gümüş semaverleri ve eski şeyleri
salt yadsımak için sevmiyorduk
kötüydük de ondan mı diyeceksiniz
ne iyiydik ne kötüydük
durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...

ama ne varsa geyikli gecede idi
bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
büyük otellerin önünde garipsiyorduk
çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
yahut bir adam bıçaklasak
yahut sokaklara tükürsek
ama en iyisi çeker giderdik
gider geyikli gecede uyurduk

'geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
imdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
sultan hançerleri gibi ay ışığında
bir yanında üstüste üstüste kayalar
öbür yanında ben
ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
domino taşları ve soğuk ikindiler
çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
gölgemiz tortop ayak ucumuzda
sevinsek de sonunu biliyoruz
borçları kefilleri bonoları unutuyorum
ikramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
iyice kurulamıyorum saçlarını
bir bardak şarabı kendim için içiyorum
'halbuki geyikli gece ormanda
keskin mavi ve hışırtılı
geyikli geceye geçiyorum'

uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

Hakan Günday


Genç neslin öne çıkan yazarlarından Hakan Günday(34).Ilk kitabı Kinyas ve Kayra yayımlandıgında 23 yaşındaydı.Başarısız üniversite maceralarından sonra birgün okula gitmek için çıkar;okulun karşısındaki kırtasiyeden kalem defter alır ve bir kıraathaneye girip yazmaya başlar.Iki ay sonra elinde Kinyas ve Kayra'nın müsveddesi vardır.Söyledigini göre daha önce hiç yazma deneyimi olmamış;sadece eline ne geçerse okumaya çalışmış.Özellikle Louis Ferdinand Céline i...

Ankarada yaşayan Hakan,Istanbula basıp gider yayınevlerine taslagını verir.Kendisini tek geri dönen OM Yayıncılık editörü benim de çok sevdigim Şafak Türküsü'nün şairi Nevzat Çelik'tir.
Kitap yayınlanınca büyük ilgi görür.Herkes bu genç yazarı merak eder.



Kinyas ve Kayra,Hakan Günday'ın tek okudugum kitabı.Kitap;Kin-yas ve Kayra adında, hayatı yoksayan yaşamın manasız oldugu girdabına küçük yaşta karışmış iki ergenin benzer ve zıt! kişiliklerinin macerasına odaklanıyor.Üç bölümden oluşuyor.İlk bölüm Kinyas ve Kayra'nın evden kaçıp Afrika'da uyuşturucu,silah,para ve fahişelerle geçirdikleri çarpıcı olaylarla şekilleniyor.Ikici bolumde Kayranin yolunu izliyoruz.Kend'n' yoketmeye ant icmis birinin çarpıcı ve hazin sonu.Üçüncü ve son bölümde Kinyasın yolunu izliyoruz.Çok güzel ve akıcı yazılmış bu bölümleri okumak büyük zevkti.Kinyasın yolu yaşamaya çıkıyor;arka fonda Bulutsuzluk Özlemi'nin Yaşamaya Mecbursun şarkısıyla... 

Yazarın çok devrik cümle kurması okumamı zorlaştırdı. Fakat ikinci bölümle birlikte kitabın içine tam anlamıyla giriyorsunuz ve güzel bir kurguyla karşılaşıyorsunuz.Karakterle ilginç bir bag kuruyorsunuz.Kitabı bitirince kitabın oluşturdugu büyüden bir süre kurtulamadım.Gerçekligi zorlayan,konsantrasyon kaybına yol açan bazı bölümleri ve aşırı devrik cümleleri saymazsak bence ''mesele''si' olan başarılı bir ilk kitap.Iki ay içinde yazılması;kitabı benim gözümde daha anlamlı kılıyor.


Zargana (2002), Piç (2003), Malafa (2005), Azil (2007) Ziyan (2009) ve AZ(2011) yazarın diger romanları...

Yazarin,karanlık ve argo üslubuna karşı kendisini Yeraltı Edebiyati kategorisine yakıştıranlara cevabı:

'' Yeralti edebiyatı diye bir ayrıma inanmıyorum.Benim için Yeraltı Edebiyatı Yeraltindan Notlar dir.(Dostoyevski).Ticari bir olgu olarak yayıncıların böyle bir kategorizasyona gitmesi anlaşılır.Ben Bukowski,Neil Geilman  gibi  yazarlardan apayrı tatlar arıyorum Bence hepsi kendine has ve farklı şeyler yazıyor. ''

Louis Ferdinand Céline  en etkilendigi yazar:
 '' Louis Ferdinand Céline, ki kendisi benim için sadece bir yazar değil, bir düşünce biçimidir. Düşünmenin bir yoludur. Okumayı boşa öğrenmediğime kanıttır. Yıllar önce kendisi hakkında yazdığım bir metnin son cümlesi, "Céline için ölür ve öldürürüm"dü. Demek ki biraz da olsa etkilenmişim! ''


En cok okudugu diger yazarlar Ahmet Hamdi Tanpınar, Elias Canetti, Herman Hesse, Harry Mulisch, Yahya Kemal Beyatlı, Rıfat Ilgaz

Bu dönemin yazarlarından takip ettikleri Yekta Kopan,Murat Menteş,Murat Uyurkulak,Alper Canıgüz,Emrah Serbes.

Yazmak için herhangi bir ortam aramadıgını soylüyor Günday.Kafama göre çalakalem yazdıgını kafasında hikayeyi şekillendirdikten ve hikayenin izini sürecek kitap ismini bulduktan sonra ''çalakalem yazıp'' kısa sürede bitiriyor.

Notos Edebiyat Dergisi'nin  Agustos-Eylul sayısında Yeraltı Edebiyatı konulu sayısında yeni yazarların okumasını zorunlu gördügü 5 kitabı sıralamış

Görme Biçimleri- John Berger
Amak-ı Hayal - Filibeli Ahmed Hilmi
Poetika - Aristotales
Boncuk Oyunu -  Hermann Hesse
Yaşamın Ucuna Yolculuk - Tezer Özlü
 













.







Salinger

J. D. Salinger bir başyapıt yazdı: Çavdar Tarlasında Çocuklar. Ve okurlara bir kitabı beğenirlerse kitabın yazarını aramalarını tavsiye etti ve sonraki yirmi yılını telefonlarını açmadan geçirdi.
John Updike, 1974


Amerikalı yazar J.D.Salinger kültleşmis kitabı Çavdar Tarlasında Çocuklar(Catcher in the Rye) ile  yarattıgı Holden Caulfield karakteri,edebiyat dünyasındaki en ilginc yaratımlarından biridir.Holden Caufield adlı ergenin naif kırılgan kisiligi, hayatı anlama ve algılayışındaki yabancılaşmaları okuyan herkesi etkilemiştir.Salinger'in kendi kişiligini bu karaktere yansıttıgı söylenir.Turkiyedeki ilk çevirisi Gönülçelen adıyla Cem yayınları tarafından yapılmıştı.Teoman'ın Gönülçelen şarkısı da kitaba atfen yazılmıştı yanlış bilmiyorsam.J.D.Salingerin butun kitaplarina YKY yayinlarindan ulasilabilinir.En sevdigim kitaplardan biri olan bu Çavdar'ın kapak illüstrasyonu Berkeley'deki odamın duvarını naif bir coşkuyla süslemekte...



"...büyük bir çavdar tarlası getiriyorum gözümün önüne. binlerce çocuk, başka kimse yok. çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum. bütün gün bu işi yapıyorum. ben çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. çılgın birşey bu, biliyorum. ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim..."




J.D.Salinger, Holden Caulfıeld,Seymour Glass ve Franny,Zooey gibi kült karakterlerle edebiyat dünyasında sarsılmaz bir yere kavuştu.En son novellasını(uzun öykü)1970lerde yayımlayan yazar o günden sonra 40 yıl hiçbir öyküsünü yayımlamadı.Yakaladıgı şöhretten çok rahatsız olan yazar, yaşantısının büyük bölümünü, gazetecilerden ve hayranlarının yakın ilgisinden kaçarak münzevi bir hayat sürdügü çiftliginde geçirdi.Gectigimiz yıl aramızdan ayrılan yazarla ilgili bircok söylenti üretildi.Fakat kendisinin büyük bir hayranı olan ve www.deadcaulfields.com sitesini de yöneten Kenneth Slawenski,'' Üzüntü, Muz Kabuğu ve J.D. Salinger '' adlı üzerinde 7 yıldır çalıştıgı,belgelere dayanan, geniş kapsamlı biyografik bir çalışma yayımladı.Sel Yayıncılık tarafından Türkçeye kazandırılan kitap bu güne kadar Salinger hakkında yapılmış en kapsamlı ve en gerçekçi çalışma olarak kabul edilebilir.Hayranları tarafından özellikle ilgi çekici olacak bu kitap,yazar hakkındaki dedikodu perdesini de kaldırmış oluyor.Salinger severlerin kaçırmaması gereken kitabi, ben büyük bir ilgiyle okudum.




1919'da New York'ta dunyaya gelen Salinger.Yahudi kökenli  bir aileden geliyordu.Güzel ve rahat bir çocukluk geçiren Salinger,tahmin edileceginin aksine asosyal ve içine kapanık değildi.1928 ekonomik buhranından hiç etkilenmeden sosyal konumunu guçlendiren baba Salinger'in(Sol Salinger)işleri rayındaydı.New York Manhattan'da bir kaç ev degiştirdikten sonra uzun yıllar yaşayacakları Central Park'a kuzey manzaralı,Park Ave.daki apartmanlarına yerleştiler.Ust-orta sınıfa hitap eden bu semte Salinger hemen uyum sagladı.Okulda dikkat çekiciydi.Uzun boylu 1.85,esmer tenli ve alaycı komik üslubuyla kızların ilgisini çekmekte zorlanmıyordu.Tiyatroyu seviyor,okul gazestesinde yazılar yazıyor,edebiyatla ilgileniyordu.Okulda kendisine Jerry diye hitap edilmesini istedi.Jerome ve David veya ailesinin hitap ettigi adini(Sonny) kullanmadı.

Ilerde tiyatro egitimi almak isteyen Sonny, babasının yonlendirmesiyle Valley Farge adlı askeri yatılı liseye gitti.Burası disiplini ogrenmesi,yurtseverlik duygusunu aşılaması ve ilerde yaşayacagı askeri hayat tecrübelerinde,O'na büyük yararlar saglayacak bir firsatti.


Babası onun yazar olması desteklemiyordu.Kopuk bir ilişkileri vardı;annesiyse hep onun yanındaydı.
Askeri liseyi bitirdikten sonra New York Üniversitesinden ders aldi fakat devam etmedi.Daha sonra Columbia Universitesi'ne gitmeye karar verdi.Burada Whit Burnett tan kısa öykü dersleri aldı.Whit Burnett'ın kendisindeki kısa öykü yazım yetenegini keşfetmesi, ikili arasında uzun sürecek olan bir hoca-danışman-agent birlikteline vesile olacakti.Whit Burnett'ın yönledirmesiyle öykülerini zamanın onemli edebiyat dergileri olan Story Press,The New Yorker,Colliers,The Saturday Evening Post a gönderdi.Birçok başarısızlıkla ve hayalkırıklıgıyla sonuçlanan bu denemelerinde onu yönlendiren ve hep destek olan hocası Whit Burnett idi.


1941de Japonların Pearl Harbor'a saldırip,Amerika'nın 2.Dünya Savaşı'na girmesi,Salinger'ın da hayatında önemli bir dönüm noktası oldu.Hemen orduya katılmak istedi.Fakat ilk başvuru kalp ritm bozuklugu nedeniyle reddedildi;fakat 6 ay sonra yaptıgı ikinci bir başvuruyla kendisini Kara Havacılık birliginde buldu.Orduda bulunmak öykü yazim sürecini etkilemedi.Birligindeki boş zamanlarında birçok öykü yazıp Burnett'a gönderiyor;hocası da dergilerle baglantıları kuruyordu.Fakat,bu dönemde yazdıgı öyküler fazla ilgi çekici ve gerçekçi bulunmadıgı için editorlerce talep edilmiyordu.Uzun ugraşlarla 1940ta Gençler adlı eseri Story dergisinde yayımlandı.Bu onun yayınlanan ilk öyküsüydü.Bu arada Oona Oneil ile çıkmaya başladı fakat kızın farkli ilgileri yüzünden ilişkileri hep çıkmazdaydı.Salinger'ın Oneil'a yazdıgı mektuplarda ona olan aşkını vurgulaması dikkat çekse de,Oona Oneil'in oyunculuk hayaliyle Los Angeles'a taşınıp Charlie Chaplin tanişmasıyla bu ilişki son buldu.Ardından Oona Oneil,Charlie Chaplin ile evlendi.


Nazilere karşı girişilen Normandiya çıkarmasi ile Salinger icin yeni bir macera basladi.Salinger, Karşı Haberalma Teşkilatı'nda başçavus olarak gorevlendirildi .Kanli Normandiya çıkarmasında Salinger Amerikan ordusunun büyük kayıplar vermesine karşı hayatta kaldı.Kimbilir,belki bir güç kendisinin ''Holden Caulfield'in öyküsü''nü yazmasını istiyordu.Paris,Amerikan ordusu tarafından kurtarıldıgında Salinger o zaman savas muhabirligi yapan ünlü yazar meslektaşı Ernest Hemingwayle karşılaşma şansına sahip oldu.


Holden Caulfield karakterine,Avrupada yazdıgı bir kısa öyküsunde rastlarız ilk kez.Whit Burnett,kendisinden Holden Caulfield karakteri üstüne yogunlaşmasını ve daha uzun bir öyku yazmasını önerdi.Çavdar Tarlasında Çocuklar'in Salinger'ın kafasında şekillenmesi ilk bu şekilde oldu.Salinger kitap üzerine yıllarca çalıştı ve bu kült kitap ancak 1951 de yayımlanabildi.
Savaş Salingerda bütün hayatını yönlendirecek derin izler bıraktı.Artık hayata başka açılardan bakacak; yarattıgı öykülerde,karakterlerine sinecek bir yabancılaşma ve yalnızlık hiç eksik olmayacaktı.-ayni kendi yasantisi gibi-.




''Ikinci Dünya Savaşı esnasında,sayısız asker bugün travma-sonrası bozukluk olarak tanımladıgımız rahatsızlıktan yakındılar.Ama bunun 1945te saglık sorunu olarak kabul edilmemesi nedeniyle pek çok asker sessizce acı çekmeye mahkum oldu.Savaştan sonra bu askerler terhis olup evlerine gönderildiler ve kalabalıgın içinde kaybolarak gizli gizli şeytanlarıyla ugraştılar.
Böyle deneyimli pek çok eski askerin tersine,Salinger tanıgı oldugu,dehşetle ve bunun kendi üzerindeki etkisiyle ilgili bir şeyler yapmayı başarabildi.Ve nihayet yazma gücünü yeniden kaşfetti.Kendi sözcüklerini bulamayan bütün askerler hakkında ve onlar için yazdı.Yazılarıyla,askerlik sürecinde yaşadıklarının ortaya çıkarıdıgı sorulara,yaşam ve ölüm sorularına,Tanrı sorularına ve biribirimiz için ne ifade ettigimize yanıt aradı.
Holden'ın Central Park'taki atlıkarıncada yakaladıgı anlam,Salinger ın nihayet savaşa olan tepkisini yatıştıranla aynıdır.Bunu fark ettikten sonra her ikisi de sessizleştiler;bir daha ondan hiç söz etmemek üzere...Bu nedenle Holdenın Çavdar Tarlasında Çocuklar daki son sözlerini,JD Salingerı ve Ikinci Dünya Savaşını düşünerek okumalıyız:''Hiç kimseye hiçbir zaman hiçbirşey söyleme.Eger söylersen,herkesi kaybetmeye başlarsın. ''
Bütün ölü askerleri.''


1946 da New York'a geri döner Salinger.Askerlikten sonra çalışmalarında mistisizme ve maneviyata yönelir.Zen Budizmi'ne ilgi duyar ve New York'taki Vedanta merkezinin müdavimi olur.Vedanta,Tanrının tekligini savunan tanrının herşeyde oldugunu söyleyen bir Hindu ögretisidir.

1948de Muzbalıgı için Mükemmel Bir Gün adlı kısa oykusu yayımlanir.Ve büyük başarı gösterir.Salinger'ın en ilgi çekici kısa öykülerindendir.The New Yorker'da,son 10 yılın en iyi kısa öyküsü olarak gösterilir.The Laughing Man(Gülen Adam) büyük ilgiyle karşılanır.Gülen Adam öyküsünü Hollywood'da pazarlama çabaları başarısız olur.Bundan sonra hiçbir öyküsünü herhangi bir film yapımcısı ve yönetmenine teklif etmez.Bu arada,Elia Kazan,Steven Spielberg gibi yönetmenlerin Catcher in the Rye ı uyarlama isteklerini en baştan reddeder.Gerekçesi şudur: ''Korkarım Holden bundan hoşlanmaz.''

Salinger,calısmalarına yogunlaşmak ve münzevi bir hayat arzusuyla New York dışında bir çiftlik evi arar.New Hapshire Cornish'te ömrunun sonuna kadar yaşayacagı 360 dönüm bir yer satın alır.

En begenilen öykülerinden bir seçki ''Dokuz Öykü'' adıyla 1953te kitaplaştırılır.Bu kitabı,''Franny and Zooey'' takip eder. Yükseltin Tavan Kirişini, Ustalar ve Seymour: Bir Giriş (1963) son kitabı olur.


Bir yazarın anonimlik meçhulluk duygularının,ona ödünç verilen en degerli ikinci mahiyet oldugu şeklinde daha yıkıcı bir görüşe sahibim. J.D.Salinger,Franny ve Zooey,kitap kabı,1961.



Salingerın giderek artan basarisi yuzbinleri asan kitap baskilari hayranlarının ve basının ilgisini arttırır.Özel hayatın gizliligine inanan Salinger için bu tam bir kabustur.Cornish'e yerleşmesi bile buna engel olmamıştır.Önemli gazete ve dergiler Salingerla röportaj yapma,fotograf çektirme niyetlerinde hep başarısız olmuşlardır.Newsweek tarafından yazarın fotografını çekmek için gönderilen fotografçı niyetini açık edince nazik davranır ve teklife reddini şöyle dile getirir.''Çalışma metodum öyle ki,her türlü kesinti beni engelliyor.Yapmak için yola koyuldugum şeyi tamamlamadan fotografımın çekilmesine izin veremem. ''



Salinger ilk once Cornish'te kasaba insanlarıyla iyi ilişkiler kurmuş;fakat artan şöhretinin insanlar tarafından istismar edilecegi duygusuyla,oykulerini yazmak için yaptırdıgı garajından hiç çıkmaz oldu.Birçok çalışma ve taslak hazırladıgı söylenir fakat en son öyküsunu yayınladıktan sonra dergilerin ve yayıncıların yogun talep ve para tekliflerine ragmen,her turlu girişimi reddedecegi bir içe kapanma dönemine girdi.''Hapworth 16, 1924'' yayınladıgı son öyküsüdür.40 yıllık bir suskunluk dönemi başlamıştı artık.


8 Aralık 1980de Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı damgalayacak ve Salinger hayranlarını tehlikeli bir duygu dengesizligiyle ilişkilerindirecek olan bir trajedi meydana geldi.Eski bir Beatles üyesi olan John Lennon,Mark David Chapman adında 25 yaşında bir meczup tarafından öldürüldü.Chapman,cinayeti işledikten sonra kaldırıma oturup Çavdarı okumaya koyuldu.Polislere cinayeti Holden Caulfiled'den feyz alarak işledigini söyledi.Sorgusunda deli numarası yaptıktan sonra suçunu kabul etti.

Kitaplarında biyografik bilgilerinin yayımlanmasına şiddetle karşı çıkar,fotograflarının kıtaplarında basılmasını ıstemez,kitap kapaklarının olabildigince sade ve açıklayıcı arka kapak bilgileri olmadan basılmasını arzu eder.Ona göre okuyucuyla kitap arasına hiçbirşey girmemelidir.Zaten Salinger yarattigi karakterlerinde kendi kişiliginin ve yasaminin izlerini yansıtmıstir.